1. Şah İsmail – (Türk Kağanları ve Sultanları)

1. Şah İsmail
(Türk Kağanları ve Sultanları)

-1. Kaynak-

14 yaşında tahta geçen Şah İsmail, Osmanlı tarihçilerinin göstermek istedikleri gibi Acem değildir. ”Acem mülküne oturmuş bir Türk Hakanı'dır”. Tıpkı Rum topraklarında oturan Osmanlı‘nın Rum olması gerekmediği gibi, Acem topraklarını ele geçiren Şah İsmail'in de İran topraklarında hüküm sürdüğü için Acem olması gerekmez. Safevi devletinin başkenti Tebriz, Azerbeycan‘ın en önemli kentlerinden biridir. Gerek nüfus, gerekse kültür bakımından Tebriz Türk‘tür. Bugünkü İran devletinde nüfusun yarıya yakını Azeri Türkü'dür. Tarihte coğrafya adları kavim adları yerine sık sık kullanılmaktadır. Urfalı Mateos da vakayinamesinde Anadolu'ya gelen Selçuklu ordularını ”İranlı kavimler ”olarak tanımlar.

Bugün İran'da yaşayan Türk boyları şunlardır; Azeri, Kaşgay, Avşar, Kaçar, Şahseven, Türkmen, Karakalpak, Hamse, Kengürülü, Karadağlı.

Şah İsmail, devşirme Osmanlı tarihçilerinin “etrak-ı bi-idrak”‘ veya “nadan” olarak tanımladığı Türkmen-Türk adına şiirlerinde şu güzel anlamı yükler ”Sen ey Türk-i peri peyker ”(Sen ey peri vücutlu, melek endamlı Türk). Ulu atası Şeyh Safi ”Pir-i Türk ” olarak tarihi belgelere kayıt düşülmüştür. Hırslı, zeki, iyi eğitimli, inançlı, adaletli, şair ruhlu ve cömert bir liderdir. ”Ululuk istersen, kulluk eyle” diyecek kadar alçak gönüllü, topların, tüfeklerin üzerine yalın kılıç gidecek kadar cesur fakat tüm bu olumlu yanlarına rağmen düşmanlarına karşı oldukça acımasızıdır.

Divanında Türk kimliği karşısında Arap ve Acem kimliğini küçümser.Hatta onları haksızlıkla suçlar.

Yetdükçe tükenir Arab'un kuy u meskeni,
Bağdat içinde her nice Türkman kopar.

Şirvan halaiki kamu Tebriz'e daşına
Mülk-i Acem sorar ki, kıyamet kaçan kopar ?

Şah İsmail, Şirvan'da hüküm süren Şirvanşahlar hanedanlığının kendisini Anuşirevan veya Acem soyuna dayandırdığı gerçeğinden yola çıkarak Acemliler için kıyametin geldiğine hükmetmektedir. Bu Şah İsmail'de ”Türk ” kimliğinde duyulan aşırı bağlılığın ”milli taassup ”duygusuyla bütünleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. ”Ey Türk titre ve kendine gel” diyen Göktürk Hakanını göz önüne almazsak ‘kavmiyetçilik' bilinci bu denli yüksek başka bir yöneticiye rastlamak mümkün değildir. (bkz.5)

Zamanla devşirme yöneticilerin eline geçen Osmanlı, kuruluşundan bir süre sonra kurucu unsurlar olan Türkmenlere artık sırtını dönmüştür. Askerini, yöneticisini devşirme Hiristiyan ahaliden alan Osmanlı, Türkmen'i ordusunu besleyecek, vergi alacak, savaşlarda ön saflara sürülecek bir zümre olarak görmektedir. Tabii ki burada Osmanlı'nın bir kurnazlığı da gözden kaçırılmak lazım. Devşirme görevini icra edip gitmektedir, yönetimde hak iddia edecek ne siyasi ne de etnik bir gücü vardır. Oysa Türkmen'in arkasında bazen binlerce obadan oluşan boyu-aşireti vardır. Oğuz -Türk töresine göre güçlü bir Türkmen beyi yönetimde hak iddia edebilir. Osmanlı basit bir şekilde bu törenin önüne geçmiştir.Devşirmeleri kullanarak Türkmen'leri yönetimden uzak tutmuş, onları her zaman bir tehlike unsuru olarak görmüş, yer yer büyük aşiretleri bölerek yerleşik hayata geçirmeye çalışmış yer yer de Hiristiyan azınlıkları ve yerleşik Türkmen'leri Sünni-İslam potası içinde eritmiştir.

Amerikalı ortaçağ tarihi uzmanı Rudi Paul Lindner, Göçebeler ve Osmanlılar adlı eserinde, Osmanlı-Safevi çatışmasının basit bir İslami anlayış faklılığı olarak değerlendirmemesi gerektiğini, olayın kır ve tarım, göçebe ve çiftçi, Habil ve Kabil arasındaki eski bir mücadelenin devamı olduğunu belirtiyor ve ekliyor; Habil'in katili Kabil yerleşik bir çiftçiydi, Habil de göçebe. İran Safevileri 16. yüzyıl başlarında Osmanlı güçleriyle savaşa tutuştuğunda, ”İran ” güçleri büyük ölçüde Türk'lerden, Osmanlı'nın ”Türk” askerleri de büyük ölçüde halklarından oluşuyordu. Sırp ya da Arnavutları Osmanlı'ya dönüştüren yanlızca çocuklarının askere alınması değildi. Türk olmayan Osmanlılar yanlızca Bizanslılar değildi. (bkz.10)

Gerçekten de olay merkez-çevre çelişkisidir. Yerleşik unsurların hakim olduğu Osmanlı ordusu merkezde, göçebe unsurlara dayanan Türkmenler yani Safeviler merkezin dışındadır. Oysa Osmanlı ordusunun bel kemiğini oluşturan Yeniçeriler aynen Safevi Türkmenleri gibi İmam Cafer mezhebinden, Hacı Bektaş tarikatındandır. Buradaki asıl çelişki ekonomik ve etniktir. Yeniçeriler ve diğer devşirmeler merkezde oldukları için yerleşik sistemin ve devletin tüm nimetlerinden fazlasıyla faydalanmaktadırlar, Türkmenler için böyle bir durum söz konusu değildir.

Bektaşilerle Kızılbaş Türkmenlerin kaderi ise Bektaşilerin 16 Haziran 1820 tarihinde Padişah 2.Mahmut tarafından yasaklanmaları ile kesişir. Devletin içinde olan Bektaşiler artık Kızılbaşlar gibi taşraya sürülmüştür. Tekkelerin kapatılması, kovuşturmalar, sürgünler, idamlar ve benzeri uygulamalar Yavuz'un döneminde Kızılbaşların başına gelenlerle benzerlik arz etmektedir. Tabii ki zor koşullar inanç olarak aynı olan bu iki gurubu birleştirmiştir. Artık adları Alevi-Bektaşi olarak birlikte anılır olmuştur.

Safeviler devleti, Anadolu'dan giden 24 Oğuz boyuna bağlı Türkmenler tarafından kurulmuş, Türk kültür ve töresine göre düzenlenmiş bir devletidir. İçinde Acem, Arap, Kürt vs. etniklerden tebalar vardır ama kurucu unsurları ve yöneticileri Anadolu Türkmen'leridir. Osmanlı tarihçisi Hoca Saadeddin Efendi, ”bir alçak başına tac alıp çıktı, idraksiz Türkler etrafında mürid oldular ”(bkz.4)diyerek, Şah İsmail'i ve Kızılbaş Türkmen devleti Safevileri kast etmektedir.

Şevket Süreyya Aydemir'den alınan aşağıdaki diyaloglar Osmanlı'daki Türk kavramını ve Kızılbaşların Türklüğünü çok yalın bir şekilde yansıtmaktadır ;

”Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.

-Biz hangi milletiz ? deyincede her kafadan bir ses çıktı ;

-Biz Türk değil miyiz? deyincede hemen

-Estağfurullah !!!..

diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbu ki biz Türk'tük. Bu ordu Türk ordusuydu. Türklük için savaşıyorduk.

Asırlarca süren maceradan sonra tek sığınağımız ancak Türklük olabilirdi.

Fakat ne çare ki bu ”Biz Türk değil miyiz ?” diye sorunca ”Estagfurullah diye cevap verenlerin görünüşüne göre TÜRK demek KIZILBAŞ demekti.” (bkz.14)

Osmanlı devletinin kuruluşunda da Türkmenler kızıl börk giymektedir. İtalyan kaynakları Osman Bey'i ”kızıl börk Otman' ‘olarak kaydetmişlerdir. Orhan Bey zamanında devlet görevlilerine ak börk giydirilmiş, böylece yönetici sınıf ile halk (Türkmen) birbirinden ayrılmıştır. Osmanlı tarihçileri, Anadolu Türkmenlerinden oluşan Osmanlı ordusu askerlerini ”kızıl börklü”olarak tanımlamaktadır. (bkz. 3 )Daha sonraları Otman Gazi her nasılsa Osman Gazi olmuş, kızıl börke (Kızılbaş) de oldukça kötü anlamlar yüklenmiştir. Aslında Safeviler devletinin kuruluşu, Osmanlı'nın kuruluşu ile benzeşmektedir.Ana kaynak ”kızıl börklü Türkmenler”dir, gazilerdir.

Osmanlı vergi toplama işini bazı yöneticilere ve derebeylerine ”götürü ” vermiş ”sen bana bu kadar ver, ne toplarsan topla ” demiştir. Devşirme yöneticilerin akıl vermesiyle o kadar ileri gidilmiş ki Orta-çağ Avrupa'sında görünen ”bekaret vergisini ” aynen taklit ederek ”gerdek gecesi hakkı”adı altında, Anadolu topraklarında uygulamışlardır. Ekende biçende ortalıkta görünmeyen Osmanlı yemeye gelince ortaktır Türkmene. Anadolu, Türkmen için yaşanır bir yer olmaktan çıkmıştır. Ağır vergiler altında ezilen, horlanan Anadolu Türkmenleri bunlardan dolayı ”Açılın kapılar Şaha gidelim ” demektedir. Bir Osmanlı tarihçisinin(Kemal Paşazade) de belirttiği gibi ”Türkler terk ettiler diyarlarını, yok pahaya sattılar davarlarını. “Pir Sultan'ın dizelerindeki bazı detaylar o günlerin Anadolu'sundaki sosyal kargaşayı açıkça anlatmaktadır. ”Türkmen kalkıp yaylasına yürümez, bozulmuş aşiret, il boz uk, bozuk ”.

Erdebil dergahı Anadolu Türkmenleri için bir çekim merkezi olmuş, Anadolu'dan İran'a çok ciddi bir nüfus göçü başlamıştır. Rumlu, Ustacalu, Tekelü, Şamlu, Varsak, Çepni, Arabgirlü, Turgudlu, Bozcalu, Acirlu, Hınıslu, Çemişkezeklu, Kaçar, Avşar, Bayat, Karamanlu, Bayburtlu, İspürlü, Beydili (bkz. 11) boylarına mensup Türkmenler akın akın Safevi'ye katılmışlar, Kızılbaş-Türkmen devletini yüceltmişlerdir. Bu Anadolu Türkmenlerinin devşirme Osmanlı'ya tepkisi olarak algılanmalıdır.

15. yüzyılda Anadolu'daki bazı Türkmen ayaklanmaları şunlardır: Şah Kulu Baba ayaklanması (1511), Nur Ali Halife ayaklanması (1512), Bozoklu Şah Celal ayaklanması (1518), Şah Veli ayaklanması (1519), Baba Zünnun ayaklanması (1526, Zünnunoğlu Halil ayaklanması (1527), Kalender Çelebi ayaklanması (1527).

Bu ayaklanmalar Osmanlı ve Selçuklu tarihçilerinin sık sık söz ettikleri ”ayağı çarıklı, başı kızıl börklü ”Türkmenler tarafından icra edilmiştir. Bu ayaklanmalarda esas neden iktisadidir. Dinsel ve etnik boyut daha sora gelir. Bu dönemde Anadolu çoğunlukla Alevi-Türkmenlerden oluşmaktadır. Bu niteliğiyle Türkmenler, Sünni-devşirme Osmanlı'ya muhalif olup Safevi-Türkmen devletine daha yakındır.

Şah İsmail'in ortaya çıkışıyla Anadolu Türkmenleri, kendi soylarından, kendi inancından bir öndere sahip olmuş ve onu bir kurtarıcı görerek bağlanmışlardır. tarihinde bir lidere bu derece bağlılık örneği yoktur. Yavuz Sultan Selim, Çaldıran yolunda geri dönmek isteyen askerlerine, Şah'ın askerlerinin ”Şah için ölmek ” için birbirleriyle yarıştıklarını söyleyerek, ‘sizler geri dönelim derken utanmıyor musunuz?' diye sormuştur (Kühün-ül-Ahbar bkz.2). Gerçekten de kendilerinden sayıca oldukça fazla olan ve çağının son tekniği toplar, tüfeklerle donanmış Osmanlı ordusuna karşı ok, yay, kılıç gibi klasik silahlarla cesurca savaşmışlar fakat toplar ve tüfekler karşısında yenik düşmüşlerdir. Yavuz topların tüfeklerin ardında savaşırken, Şah atına binmiş kılıç elde en önde savaşmış, hatta bir ara Yavuz'un çadırına çok yaklaşmış, Osmanlı askerleri bütün güçleriyle ordugahı savunmak zorunda kalmışlardır. Şah, Yavuz'un en iyi adamlarından biri olan Malkoçoğlu'nu kendi elleriyle bir kılıç darbesiyle ortadan ikiye, kelleden ata kadar bölmüştür. Şah İsmail bu olayı kendi dizelerinde şöyle anlatıyor:

Şah bir kılıç urdu ki
Kelleden indi ata
Melhuçoğlu (Malkoçoğlu) attan düştü
Şah anda geriye kaçtı
Beş yüz elli tüfekçi
Şah'ın ardına düştü

1783'de Paris'de yayınlanan Osmanlı İmparatorluğu Tarihi adlı eserde Selim'in, Şah İsmail'in güçlerinin sayısını bir türlü öğrenemediğini yazıyor ve ekliyor ”İranlılar hükümdarlarına o kadar bağlıydılar ki, içlerinden bir tanesi bile Selim'in tarafına geçmedi ; oysa Türklerden bir çoğu Şah İsmail‘in ordugahına sığındılar”Bu kaynakta Şah ‘ın güçlerinin sayısı 30.000 olarak verilmiş ve tamamının atlı süvari birliği olduğunu, Şah'ın piyade askerinin olmadığını aktarıyor. ”Osmanlı güçlerinin çok altında ” olduğu da özellikle belirtiliyor (Osmanlı güçleri 150.000 civarında kaydedilmiş kayıpları da 30.000 olarak veriliyor). Diğer kaynaklarda olmayan başka bir detay ise şöyle aktarılıyor ;İran geleneklerine göre (bu Türkmen geleneklerine göre olacak çünkü bunun örneğini Türk tarihinde Baba İshak yakalanmasında en son olarak da Kurtuluş Savaşımızda görebiliriz) kocalarını savaşta yalnız bırakmamış bir çok kadın buldular. Ayrıca ölüler arasında kocalarıyla birlikte omuz omuza savaşmış olan bir çok silahlı kadının cesedine rastlandı. Selim bunların kendilerine yakışır bir şekilde gömülmelerini emretti. Şah İsmail, kendi tarihçisi Rumlu Hasan'ın, Ahsenü't Tevarih adlı eserinde aktardığı gibi Tanrının kendisine ve askerlerine yardım ettiğine inanıyor ve (Bakara suresi 249)” Nice az topluluk var ki, Tanrının izniyle çok topluluğa galip gelmiştir” ayeti doğrultusunda hareket ediyor, kendisinden kat kat büyük ordulara saldırmaktan çekinmiyordu. Çaldıran'a kadar da hiç bir savaşında yenilgi görmedi.Osmanlı ateşli silahları kullandığı halde Şah İsmail bunları inancı gereği kullanmıyordu.

Bu eserde (1783 Paris) aktarılan başka bir konu ise iki hakanın savaşmalarının bir sebebinin de ”Kürtlerin kışkırtması” olduğu yolundadır.Başka kaynaklar da bu görüşü destekliyor.Kürtlerin sık sık yön değiştirdikleri, ikili oynadıkları ve Safevi'ye karşı Osmanlı'yı kışkırttıkları, savaştan sora da bu hizmetleri karşılığında Doğu Anadolu'yu Osmanlı'dan aldıkları tarihi bir gerçek.(Bu gün de aynı oyunu Ortadoğu'da malum güçleri arkalarına alarak oynamaya çalışıyorlar mı?Başkaları savaşacak, onlar toprak sahibi olacaklar.)

Dilerseniz Safevi – Kürt- Osmanlı ilişkilerine bir göz atalım:

Paolo Giovio ‘nun Türklerle İranlılar arasındaki savaşla ilgili anlattıkları işte bunlardır.Söyledikleri Şah İsmail'in selefi ve kayınpederi Uzun Hasan'ın ordusunda hizmet etmiş olan Angiolello'un anlattıklarına üç aşağı beş yukarı uymaktadır. Bu yazar, eğer Sultan, İsmail'in Türkiye sınırındaki derebeyleri ve özellikle Şah'ın düşmanı olan Kürtler tarafından kışkırtılmamış olsaydı, hiç bir zaman İsmail'e karşı savaşa girişmemiş olacağını söyler.Bitlis dağlarında yaşayan Kürtler, İsmail'in Tatarlara karşı savaşmakta olduğu ve kuvvetlerinin uzakta, ta Horasan'da bulunduğu sırada Selim'i İran'a davet etmişlerdir. (bkz 10)

Kürtlerin Safevi düşmanlığının nedenini Safevi kaynaklarında bulmak mümkün. Han Muhammed Ustacalu ve Sarıkaptan Zülkadir arasındaki savaş;

Han Muhammed, padişah ordusundan ayrılıp, Kara Hamit ‘e yöneldi. Oranın egemeni Emir Bey Musullu'nun kardeşi Gaytemiz Bey karşı geldi ve şehri teslim etmedi. Bu nedenle yiğit gaziler çölde kışladılar. Diyarbakır kürtleri, ordunun dört bir yanına saldırıp, tek tek yakaladıklarını öldürüyorlardı. Gıda stoku yok denecek kadar azalmıştı. Gıda stokunun tükenmekte olduğunu öğrenen Han Muhammed, kürtlerin kışlasına yöneldi, fakat Kürtlerin bulunduğu yere ulaşmanın ve onları ele geçirmenin zor olduğunu görünce, (bir savaş hilesine başvurdu) onlardan kaçmaya başladı. Kürtler de kendisini izlediler. Düzlüğe geldiğinde, Muhammed Han, can yakan bir şimşek gibi onlara çarptı. Kürtlerden bir çoğunu öldürdü ve yaraladı. Kürtler de kılıç ve süngülerle kıyamet gibi etkin ordudan bazılarını öldürdüler. Sonunda fetih ve zaferin esintisi Muhammed Han'dan yana oldu ve Kürtler kaçtılar. Gaziler onları izlediler ve yaklaşık yedi bin kişiyi öldürdüler. Onların bölgesinden çok miktarda ganimet ve yiyecek ele geçiren gaziler daha sonra ordularına döndüler. (bkz. 1)

912 – (1506/7) YILININ OLAYLARI: Hakan İskender Şan ( Şah İsmail) bu yıl Hoy'da Kışladı. Büyük emirlerini Kürt Sarım' ın üzerine yolladı. Zafere sığınmış ordu, o yolunu yitirmiş gurubun ülkesine varınca, Kürt'ler gök gibi yüksek dağlara sığındılar. Gaziler onların memleketini yağmaladılar ve o imansızların çoğunu öldürdüler. Bu sıralarda Sarım'ın çatışmaya hazırlandığını ve bu amaçla dağın eteğinde bulunduğunu öğrendiler. Zaferi ilke edinmiş askerler o işe yaramazı defetmeye yöneldiler. Kürtler de savaş amaçlı adımlarını ileriye atınca aralarında çetin bir savaş cereyan etti. Her taraftan da çok sayıda insan öldürüldü. Ünlü Emirlerden Şamlu Abdi Bey ve Tekeli Mühürdar Sarı Ali de öldürülenler arasındaydılar. Bayram Bey Karamanlu ve Hulefa Bey padişah ordusuna döndüler. (bkz 1)

914 – (1508/9) YILININ OLAYLARI: Han Muhammed Ustacalu, Mardin yaylasını onurlandırdı, Kardeşi Kara Bey'i Cezire'yi yağmalamak için gönderdi. Kara Bey buyruğu yerine getirdi ve imansız Kürtlerin çoğunu öldürdü ve çok miktarda ganimetle Mardin'de Han'ın ordusuna katıldı. (bkz. 1)

Yukarda da görüldüğü gibi Safevi güçleri sık sık kürtlerle savaşmaktadır.

Osmanlı – Kürt ilişkileri: Şark kürt beylerine yazılan Çaldıran fetihnamesidir: Emirlerin iftiharlısı, büyüklerin, Allah'ın esirgeleyiciliğini kazanan doğu memleketleri beyleri ikbaliniz devamlı ve sonunuz hayırlı olsun. Diğer kürt aşiretleri ve kabile reisleri, temiz askerleri, bu meliklerin ve illerin kethüdaları ve erleri, Allah şanınızı islah etsin.

Bu fermanım size ulaşınca herbirinize malum olsun ki iş bu (Recebin 2.günü-Yevmelerbaa) 23 Ağustos 1514 çarşamba günü öğle vaktine yakın (Zuhu-i Kübara) Erdebil Oğlu İsmail dinsiz ve ayini fesatlı olan karşıma çıktı.Allahın yardımı ile göz açıp kapayıncaya kadar malup olup kaçtı. Ne tarafa kaçtığı da bilinemedi. Şimdi temiz inanışlarımız ve bağlılığımızla saadet kapıma olan sadakatinizi ortaya koyma fırsatını kaçırmamanız için cihan değerindeki uyulması gereken fermanımı gönderip buyurdum ki… (bkz. 7)

Çaldıran her iki Türk devleti için de dönüm noktasıdır. Savaştan sonra Yavuz Hilafeti de ele geçirip Osmanlı'yı koyu sünni bir şeriat devleti haline getirmiştir. Mısır'dan getirdiği ve İran'dan kaçıp kendisine sığınan sünni ülemanın da desteğiyle Anadolu'yu hızla sünnileştirme eylemine başlamıştır. Fakat bu Osmanlı için sonun başlangıcıdır…

Koyu bir taassup devri başlamış, ”mest üstüne mesh verilebilir”diye fetva veren Şeyh-ül İslam Çivizade, 1542 tarihinde Kanuni tarafından görevden alınmıştır. Ebussuud Efendi kahve içmeyi, satranç oynamayı, ipek giymeyi, altın ve gümüş takıları hıdırellez kutlamalarını günah saymıştır. Din yoluyla insan davranışlarını ve sosyal hayatı tekelci bir biçimde kontrol eylemi, yeşil salatayı bile dini bir mesele yapacak kadar ileri gitmiştir. 17. yüzyıldan sonra Osmanlı toplumunda dini hoşgörü iyice azalmış (Avrupa bilim ve teknolojide ilerlerken) Osmanlı sigara, kahve içmenin, büyüklerin elini öpmenin, mezar ziyaretlerinin sema ve raks, matematik eğitimi almanın haram olup olmadığını sorgular hale gelmiştir. (bkz.13 )

21.yüzyıl Türkiye'sinde de ne yazık ki benzer eğlimler gittikçe artmaktadır. Diğer taraftan Çaldıran sonrası Anadolu Türkmenleri Safevi devletindeki etkisini yitirmiş, Safeviler de giderek Şii-Fars devletine doğru dönüşüm başlamıştır. Bu durumda Anadolu Alevi- Türkmenleri Şii- İran'a da, Sünni- Osmanlı'ya da mesafeli kalarak erimekten kurtulmuşlar, kültürlerini ve kendilerini bu güne taşımışlardır.

Savaşın diğer bir olumsuz yönü ise Türkistan-Anadolu yolunun kapanmasıdır. Ertuğrul oğlu, Sultan Osman oğlu, Uğurhan oğlu, Sultan Murat oğlu, Yıldırım Beyazıt oğlu, Sultan Muhammed oğlu, Sultan Murat oğlu, Sultan Muhammed oğlu, Sultan Beyazıt oğlu, Sultan Selim veba hastalığıyla (şirpençe'den ölmüştür ) öldü. Acımasız bir padişahtı. Saltanatı sekiz yıl, sekiz ay ve sekiz gün sürdü. Memleketi Anadolu, Rumeli, Teke ili, Maraş, Kefe, Şam, Halep, Mısır ve Diyarbekir idi. Dört kez savaştı. (1)

Sultan Şeyh Safiyeddin (Safi) oğlu, Sultan Sadreddin oğlu, Sultan Hace Ali oğlu, Şeyh İbrahim oğlu, Sultan Cüneyd oğlu, Sultan Haydar oğlu, Şah İsmail'e hastalık musallat oldu. Receb ayının on sekizi (22 mayıs 1524 ) inde Hakka yürüdü.

O Hazret, halka ve emrinde olanlara karşı adalet ve sevecenlikle yaşadı, büyüklüğünün korkusundan kimse halka karşı zulüm ve zorbalık kapılarını açamazdı.

Ne kılıçlar kullandı nezaketinden,
Ortaya koydu çıplak varlığını.
Ne egemenlerde istek ve amaç birliği,
Ne kadılarda rüşvet zayıflığı.
O devirde dürüstlüğünden,
Yoktu kehribarın çekiciliği.
Her kim ki gece gibi sakladı,
Sabah vakti cezası müjde oldu.
Terazi gibi taşlandı,
Zenginliğe yönelen boşuna…

Otuz sekiz yıl yaşadı. Saltanat dönemi yirmi dört yıl oldu. Memleketi Azarbaycan, Irak-ı Acem, Horasan idi. Bazen de Diyarbakır, Belh ve Mevr'i de elinde bulundurudu. O Hazret, savaş meydanında etkili kılıç kullanan yırtıcı aslan, toplantılarda ise cevher yağdıran bulut gibiydi. Bonkörlükte, tam ayarlı altınla değersiz bir taş, onun gözünde farksızdı.İradesinin yüceliğinden deniz ve madenden elde ettikleri, onun bir günlük bahşişini bile karşılayamazdı.Hazinesi çoğunlukla boştu.Avlanmaya düşkündü, sadece aslan öldürüdü, aslan haberi getirene at ve eyer, panter haberi getirene deeyersiz at verilmesini buyurmuştu.Aslan ve panter öldürmeye yalnız giderdi.

O Hazret, saltanat döneminde beş savaş yapmıştır. Birincisi Cebani'de Şirvan Şahı Ferruhyesar ile, ikincisi Şerur'da Elvende ile, üçüncüsü Hemedan'ın Alma Kulağında Sultan Murat ile, dördüncüsü Mevr civarında Şeybek Han ile ve beşincisi de Çaldıran'da Sultan Selim ile. (bkz.1)

Anadolu topraklarındaki Baba İshak ayaklanmasından sonra ikinci büyük Türkmen hareketi olan Safeviler ve önderi Şah İsmail Hatayi, Anadolu Aleviliğinin yedi ulu ozanından biridir. Öz Türkçe söylediği şiirlerle, liderlik vasıflarıyla, Anadolu Alevi- Türkmenlerin gönlüne taht kurmuş, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen değerini yitirmemiştir.

Allah-Allah deyin gaziler, gaziler deyin şah menem.
Karşu gelin, secde kılın, gaziler deyin şah menem.

Uçmakta tuti kuşuyam, ağır leşkerlü başıyam,
Men sufiler yoldaşıyam, gaziler deyin şah menem.

Ne yerde eksen biterem, handa çağırsan yeterem
Sufiler elün dutaram, gaziler deyin şah menem.

Mansur ile darda idim, Halil ile narda idim
Musa ile Tur'da idim, gaziler deyin şah menem.

Bir sıradan berü gelün, Nevruz edün şaha yetün
Hey gaziler secde kılın, gaziler deyin şah menem.

Kırmızı taclı, boz atlı, ağır leşkerlü heybetlü
Yusuf peygamber sıfatlu gaziler deyin şah menem.

Hatayi'yem al atluyam, sözi şekerden datlıyam
Murtaza Ali zatluyam, gaziler deyin şah menem.

Altuğ Öztürk


-2. Kaynak-

İran'da Safevi soyundan gelen bir Türk. Erdebil'de doğdu. Ana tarafından Uzun Hasan'ın torunu Bilki Aka'nın oğludur. Babası Haydar'ın ölümünden (1488) sonra dayısı tarafından iki kardeşiyle birlikte düşmanlarından kaçırılarak Şiraz'a gönderildi. Şiraz valisinin, üç kardeşi bir süre hapsettiği söylenir. Akkoyunlu hükümdarı Sultan Yakup'un ölümü üzerine oğlu Rüstem saltanat mücadelesinde onlardan yararlanmak amacıyla üç kardeşi hapisten kurtarır, Şah İsmail'in ağabeyi Sultan Ali, katıldığı iki savaşı da kazanarak Tebriz'e döndüğünde parlak bir törenle karşılanır. Ama üç kardeşin halk üzerinde manevi etkisi, Sultan Ali'nin kazandığı zaferler Rüstem Bey'i korkutur, onları ortadan kaldırmanın yollarını ararken durumu sezen Sultan Ali kardeşleriyle birlikte Erdebil'e kaçar.

Sultan Ali yolda kendilerini izleyen Rüstem Bey'in askerleri tarafından öldürülür. Ama iki kardeşini yedi müridiyle Erdebil'e göndermeyi başarır. Şah İsmail ve kardeşi İbrahim burada müritlerince korunur. Sürekli izlendikleri için bir süre sonra Bağru dağına, oradan da Gilan, Gaskar, Reşt ve Lahican'a kaçırılırlar. Lahican'da Kar Kaya'nın evinde saklanan Şah İsmail ilk öğrenimini özel bir öğretmenden gördü. Babasının müritleri dört bir yandan onu görmeye geliyorlardı. Yakalanamadığını gören Rüstem Bey, Lacihan üzerine yürümeye hazırlanırken öldürülünce (1497), Şah İsmail harekete geçer. Müritlerini toplayıp Hazer kıyılarındaki Aravan'a (1500), oradan Erdebil'e gelir. Kendisine katılan Türk oymaklarıyla birlikte yeterince kuvvet topladığını görünce ilk olarak babasının ve Şiilere yapılan eziyetlerin öcünü alma yolunu tutar. Tebriz'e gelip taç giydiğinde (1502), babasının öcünü almış, Baku'yü zaptetmiş, Nehcivan'da Elvend Bey'i yenmiştir. Şah İsmail'in bundan sonraki yaşamı Şiiliği yaymak, Safevi devletinin sınırlarını genişletmek için yaptığı savaşlarda geçer. Devletin sınırları genişleyip Şiilik Anadolu'ya doğru hızla yayılınca Osmanlı'larla çatışır. Sonunda Çaldıran'da Yavuz'a yenilir (1514) ve kaçar. Bu yenilgiden sonra Tebriz'e döndüyse de eski gücünü yitirdiği gibi uğradığı ruhsal çöküntüyle de kendisini şaraba verir. Oğlu Tahmasb'ı yerine atabey olarak bırakır, her yılını ayrı bir kentte geçirerek yaşamını tamamlar. Azerbaycan'da iken ölür. Cenazesi Erdebil'e götürülür.

Şah İsmail, Hatayi mahlasıyla şiirler yazdı. Sanatçı kişiliği çok zor koşullar altında geçen çocukluğu sırasında oluştu. Aruz ve heceyle yazdığı şiirler Azerbaycan edebiyatının Nesimi ve Fuzuli arasındaki döneminin en güçlü temsilcisi olduğunu kanıtlar. Özellikle heceyle yazdığı şiirler Anadolu'da gelişen tekke edebiyatını büyük ölçüde etkiler. Alevi -Bektaşi edebiyatının en güzel örneklerini sunar. Sadettin Nüzhet, şiirlerini dörde ayırıyor:

a) Tasavvufi düşüncelerini içerenler,
b) Aleviliği dile getirenler,
c) Hurufiliğin ilkelerini yansıtanlar,
d) Aşıkane olanlar.

Aruzla yazdığı şiirlerinin ise daha çok tasavvufi olduğu görülür. Bu şiirlerinde kullandığı dil klasik şiirin dilidir.

Hece ölçüsüyle koşma ve semai biçiminde yazdığı nefesler ise Yunus'un izlerini taşır. Ama Hatayi‘nin kendine özgü şiir yolu oluşturduğu da belirtilmelidir. Hece ve aruzla yazdığı şiirlerini kapsayan Divan'ı basıldı (Sadettin Nüzhet Ergun, Hatayi divanı, 1956; bütün nüshaları karşılaştırılarak yapılan basımı için bkz. Aziz Aka Mehmedof, Şah İsmail Hatayi Eserleri 1, Bakü 1966). Ayrıca Dehname adlı Ali'yi öven bir mesnevisi (Baku 1946) ile yine mesnevi biçiminde yazılmış bir Nasihatnamesi vardır. Değerli araştırmacı Nejat Birdoğan Alevilerin Hükümdarı Şah İsmail Hatayi adlı yapıtında bu büyük ozanın yaşam öyküsünü, Osmanlı ve Safevi yanlarından topladığı şiirlerini daha geniş ve biçimde vermiştir.

KİŞİLİĞİ

Yaşamına can korkusu ile başladı. Daha altı yaşında iken dedesinin müritlerince kaçırılmasaydı öldürülecekti. Gilyan'da altı yıl gizlilik içinde yaşadı. On iki yaşında Ercuvan'da Taliş Mehmed Bey'in elinden zor kurtuldu. Bu yaşında yandaşlarına kalelerin nasıl alınacağını öğretiyordu. Ele geçmeden yandaş toplayabilmek için binlerce kilometre yol yapıyor, ayrı ayrı iklimlere, huyunu suyunu bilmediği topluluklar arasına giriyor, karşılaştığı herkesi inandırıp yanına alıyordu. Anadolu'dan binlerce, on binlerce kişi yalınayak bu genç adam için yollara düşüyordu. Bu yollara düşmede eski Türk inancının etkisi ve inancı olduğu kadar çocuk Şah'ın kişiliği de etkin rol oynuyordu. Osmanlı'da aradığını bulamayan Anadolu halkı, özellikle Erzincan, Sivas, Karaman Türkmenleri Şah'a doğru yola çıktılar. Bu gidiş yıllarca sürünce Yavuz‘a verilen bir dilekçede “İşte bir zaman geldi ki Rum ülkesinin halkının çoğu Erdebil olup kafir oldu.” denilecektir.

Hoca Sadeddin, bu göçü ”Ol taifenin kalanı dahi terk-i diyar etmek istediler. Ölüsü, dirisine yüklenip cümlesi çıkup gitmek istediler.” diye anlatır. Kuşkusuz bu gidişi, Anadolu'da kimsesiz kalan Türk'ün orada önem ve güven kazanma isteğine bağlayanlar da vardır. ”Ömründe ve diyarında kendüye adem dinmeyen bikarlar tuman (tümen) beyleri olup hadden ziyade itibar buldular. İşiten çıktı gitti. Yerinden ayrılup yurdunu terk idüp çiftin çubuğun dağıttı.” Osmanlı ve Dulkadrlı önlemleri bu yürüyüşü durduramıyordu. Hac yerine Erdebil ziyaretini yeğleyenler, ”Biz diriye varırız, ölüye değil.” diyorlardı. Bu bilgiyi Aşık Paşazade, bir söylenti olarak aktarıyor.

Kuşkusuz bu oluk oluk akışın sonunda karşılaşılan kişi öyle sıradan biri değildir. Bir kez, kesinlikle çok iyi bir eğitim ve öğrenim görmüştür. Bu eğitim kavramında daha on iki yaşında iken değme babayiğitlerin katlanamayacağı bir gövde dayanıklılığı bulunmak tadır. Bu yaşta en kanlı boğuşmaların içine girip çıkmıştır. İyi bir dövüşçü ve avcıdır. 1500 yılında Tercan-Sarıkayasında bir mağarada yaşayan ve insanlara saldıran bir ayıyı okla vurup öldürecek kadar bilekli ve yüreklidir. O kış Erdebil yöresinde kuşların donup düştüğü havalarda adamlarına kardan kale yaptırıp kuşatıyor ve onları oyalıyordu.

SANATI

Şirvanlı Melikü'ş Şüera Habibi'nin öncülük ettiği Türkçe edebiyatın bir çok uğraşanları devletçe korunma altına alınmıştır. Şah İsmail'in kendisinin hece ve aruz ozanı olması ününü artırmış, bilime saygısı da duyulunca kimi bilginler Erdebil'e gelmiş, kimisini de kendisi getirtmiştir. O dönem kaynaklarında Şah İsmail'i sıradan bir hükümdar olmaktan çok, eski Hurremi'liğin, Babeki'liğin sürücüsü ve Turan düşüncesinin yeni temsilcisi olarak düşünmek mümkün. Bunun için Yavuz Selim, Şah İsmail'e “Afrasiyab -1 Ahd” diyecektir. İsmail'e olan sevgi ve sığınma yürüyüşlerine böylece sanat adamları da katıldı. Sultan Hüseyin Baykara'nın (rn. 1447 -1505) oğullarına hile ile ağır yenilgiler vuran Özbek hanı Şeybani'yi 1510'da ortadan kaldıran İsmail'e bu tarihte ilk sığınmalar oluyor. İsmail, bu sanatçıları saygı ile karşılayıp seçkin görevlere atıyor. Bu sanatçıların başında Kemaleddin Behzad (1455 -1535) vardır.

Bu dönemin tarihçilerinden Hvodemir'in anlattığına göre “Üstad Behzad, dönemin en olgun nakkaşlarının ustasıdır. Bir süre, doğruluk örneği Emirin (Hüseyin Baykara'nın) yanında eşsiz işlerle uğraşırken şimdi yüce mertebeli Sahib Kıranın (Şah İsmail'in) yanındadır.” Hvodemir, bu kitabını H. 904'te (rn. 1498) Ali Şir Nevai adına yazmaya başlamış, H. 905'te (rn. 1499) bitirmiştir. Böylelikle Kemaleddin Behzad'ın Şah İsmail'e sığınışı daha önceki yıllara geçiyor. Bu kitaba göre Nakkaş Ağa Mirek, Hüseyin Baykara yanında iken Kemaleddin Behzad, Şah İsmail'in yanındadır. Belki de Hüseyin Baykara, döneminin geleneğine uyarak Şah İsmail'e bir çok sanatçıyla birlikte Behzad'ı armağan etmiştir. Behzad, özel bir fermanla 1521'de nakkaşhaneye müdür ve sahib-i ihtiyar (yetkili) atandı. O güne değin dağınık olan Safevi nakşına artık bir biçim vermişti. Ağa Mirek, Muhammed Tebrizli, Hace Abdül Aziz, Muzaffer Ali Muhammed vb. bu okulun öbür öğretmenleri idi. Bu dönemde arta kalan kimi saray süslemelerinin yanı sıra son yıllarda bulunan “Cihan Ara-yı Şah İsmail Safevi” kitabındaki yirmi kadar minyatür de dönemine ışık tutması bakımından oldukça değerlidir.

ESERLERİ

Şah İsmail her şeyden önce bir şiir adamıdır, bir gönül adamıdır. Dönemindeki şiir türlerinin tümünü denemiştir.

Ey Hatai zikr-i fikrin eyledin eş'are sarf
Tuttu irfan defterini ehl-i divan şimdiden

dediğine göre irfanının ululuğu dünyayı çok erken tutmuş. Mesnevi de olsun divan şiirlerinde olsun dönemin din ve edebiyat bilgilerine iyice egemen olduğu bir gerçek. Yapıtlarına Farsça ve Arapça eklediğine göre bu dilleri de biliyor. Cavidan-Name'den söz ettiğine göre Fazlullah'ı ve Hurufi'liği biliyor. Kur'an ayetlerine kafiyeli dizeler yazıyor. Ayetleri açıklıyor. Ebced'i biliyor. Özetle şiir bilgilerinde oldukça güçlü. Dehname mesnevisini 19 yaşında yazmıştır. Halk şiiri türlerini biliyor ve ustalıklı kullanıyordu.
Hatai'nin aruzla yazdığı şiirlerini çıraklık ve ustalık dönemlerine ayırmak olası. Çaldıran vuruşmasından sonra bu büyük adamın duygularında geniş ölçüde değişmeler olmuş. O, gururlu ve kendini yenilmez sanan egemenin yerini daha durgun, yenilmiş ve gururu kırılmış bir adam aldı. Şiirleri de bu duygulara paralel olarak değişti. Böylelikle duygu yönü ağır basan şiirlerinde bir güçlenme görüldü.

Diyarı aşka sultanam dila men de zamanılda
Vezirimdir gam u gussa oturmuş iki yanımda
Men ol şahbaz-ı kühsarem başeğmem gülle-i Kare
Nice anka kimi yavru uçurdum aşiyanımda

gazelinde en içli divan ozanının gücü görülür. Hatai, elbette bir Fuzuli değil. Şiir anlayışı değişik. Hatai'nin şiirlerinde düşüncelerini şiir diliyle yaymak isteyen bir Şah'ın çabalaması var. Şah için şiir bir araçtır. Hatai'nin iki katı yaşayan ulu ozan Fuzuli'de şiirin amaç olduğu açıktır. Hatai bir yandan boğuşurken bir yandan yeni bir devlet kuruyordu. Buna karşın kimi şiirlerinde kendisini güçlü görür:

Çün tecella nurını görmek temenna eylerem,
Şimdi Mansur'am meni bir dara göndermek gerek

beyti herhalde benzerlerinin önünde yer alacak güçte.
Şiirdeki gücü asıl hece ile söylediği deyişlerdedir. Bunlar, yüzyıllardır onun inancından olsun olmasın Türk halkının dil-ezberi olmuştur. Kimi törenlerde semahların, cüş havalarının, düvaz imamların hep bu deyişlerden seçildiğini herkes bilir.

Türkiye'de hakkında ilk kez Rahmetli Sadeddin Nüzhet Ergun ciddi bir kitap yazar. Kitapta hece ile şiirlerinin yanı sıra, Nasihatname mesnevisinin tümü, ikinci bir mesnevi ve ”Dehname” den kimi kısa bölümler alınır. Rahmetli Sadeddin Nüzhet kuşku yok ki alanının en yetkilisi. Kitabın sunuş yazısındaki incelemesi son derece değerli. Konuyu ve bu alandaki çalışmaları iyi incelemiş. Azerbaycan yayınlarının temelini Leningrad ve Taşkent nüshaları oluşturuyor. Düzenleyenler, Paris ve Londra nüshalarını da gözden geçirmişler.

Hatayimdir Şah Hatai
Amma adım Ömer dunır.

Demek ki ”Şah Hatai” veya yalnız ”Hatai” adını kullanan başka başka ozanlar var. İlginçtir ki bunlardan birinin adı da Ömer. Kimi deyişler değişik yerlerde eksik dörtlüklerle yayınlanıyor. Azerbaycan ve Erdebil nüshaları tapşırmayı ”Hatai”, Napoli nüshası ile Sadeddin Nüzhet yayını ise ”Hatayi” olarak alıyor.

Geldi Cebrail çağırdı ya Muhammed Mustafa

dizesiyle başlayan şiir Alevi cemlerinde çok söylenen ”Mihraçlama” dır. Türkiye'de ise ilk kez Sefer Aytekin'in 1958'de yayınladığı Buyruk kitabında yer almış. Buyruk'un Şeyh Safi'ye ait olmadığının kesin kanıtı da kendisinden çok sonra yaşayan torununun bu şiirinin o yapıtta yer alması. Dehname'nin yalnız Leningrad müzesinde aslı vardır. Bu şiir Şah İsmail'in 19 yaşında yazdığı bir aşk öyküsü. 1532 ikiliden oluşmuş. Bölüm başlıkları Farsça verilmiş. Altlarında Azeri ağzıyla çevirileri var. Bu çeviriler Şah İsmail'in değil.

Son bölümde,

Hicrinde üç zid ü nun geçti
Sin'din dahi bir füzun geçti

dediğine göre ebcetle bu açıklama h. 911'i (m. 1506) gösteriyor. Şiirlerinden bir örnek:

Sufi Mezhebimin Nesin Sorarsın
Biz Muhammed Ali Diyenlerdeniz
Gözlüye Gizli Yok Ya Sen Ne Dersin
Biz Muhammed Ali Diyenlerdeniz

Eğnimize Kırmızılar Giyeriz
Halimizce Her Manadan Duyarız
Katarda İmam Cafer'e Uyarız
Biz Muhammed Ali Diyenlerdeniz

Her Kimin Ki Çerağını Hak Yakar
Mümin Olanları Katara Çeker
Aslımız On İki İmama Çıkar
Biz Muhammed Ali Diyenlerdeniz

Biz Tüccar Değiliz Alıp Satmayız
Erkan Gözetiriz Yoldan Sapmayız
Gönlümüz Ganidir Kibir Tutmayız
Biz Muhammed Ali Diyenlerdeniz

Muhammed Ali'dir Kırkların Başı
ım Yezid'e Laneti Taşı
Hünkar Hacı Bektaş Veli'dir Eşi
Biz Muhammed Ali Diyenlerdeniz

Baharda Açılır Gonca Gülümüz
Ol Dergaha Doğru Gider Yolumuz
On İki İmam İsmin Okur Dilimiz
Biz Muhammed Ali Diyenlerdeniz

Şah Hatayi'm Eydür Muhammed Ali
Onlardan Öğrendik Erkanı Yolu
Ali Muhammed'dir Muhammed Ali
Biz Muhammed Ali Diyenlerdeniz

|» “Türk Kağanları ve Sultanları” Say. Dön! « |

Not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…

Türk Kağanları, Türk Sultanları, Hükümdarlar, Türkçe, Edebiyat

Sınavlara Hazırlık Arama Robotu
YGS & LYS TEOG KPSS TUS KPDS Ehliyet Sınavı PMYO JANA

Seçim esnek olup ilgili alanları seçiniz, Örneğin ehliyet sınavı için branş olarak matematik seçmeyiniz :)