Misâk-ı Millî
Türk Devleti’nin sınırları Mustafa Kemal Paşa’nın Mondros Ateşkes Antlaşması
imzalandığı günlerde, Yıldırım Ordular Grubu Kumandanı olarak başlayan ve daha sonra
Samsun’a geçmesiyle bütün Millî Mücadele hareketi boyunca devam eden basiretli, azimli ve
hesaplı çalışmalarıyla tespit olunmuştur.1 Bu stratejiyle Amasya, Erzurum ve Sivas’ta toplumsal
taban oluşturulmuş ve vatanı kurtuluşa erdirecek planların temeli atılmıştır. Hedefe yönelik
planların en önemlisi Millî Mücadele’nin nihai amacı olan Misâk-ı Millî Beyannâmesi’nin kabul
edilmesi ve dünyaya duyurulmasıdır. Misâk-ı Millî’nin temelini teşkil eden Erzurum ve Sivas
Kongreleri’nin sonuç bildirgelerinde sınırlar ve egemenliğin korunmasına dair hususlar bir barış
projesi olarak şöyle düzenlenmiştir:
“İtilâf Devletleri tarafından Mondros Mütarekesi’nin imza olunduğu 30 Ekim 1918
tarihindeki hududumuz dâhilinde kalıp büyük çoğunluğu İslâm unsurlarıyla yerleşik
bulunan ve kültürel ve medeni üstünlüğü Müslümanlara ait bulunan vahdet-i mülkiyemizin
taksimi nazariyesinden tamamen feragatle bu topraklar üzerindeki hukuk-ı tarihiye, ırkiye,
diniye ve coğrafiyemize riayet edilmesine ve buna aykırı teşebbüslerin iptaline ve bu suretle
hak ve adalete dayanan bir karar ittihaz olunmasına intizar ederiz”.2
28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında kabul edilen Ahd-i Millî veya Peymânı Millî olarak da tanımlanan Misâk-ı Millî Beyannânmesi yukarıdaki esasa uygun olarak şöyle bir
kapsam ihtiva etmektedir:
1. Osmanlı Devleti’nin sadece Arap çoğunluğunun yaşadığı, 30 Ekim 1918 tarihli Mütarekenin
imzalanması sırasında işgal altında kalan kısımlarının mukadderatı ahalisinin serbestçe vereceği
oylara göre belirleneceğinden adı geçen Mütareke hattının içinde ve dışında dinen, ırken, emelen
birleşmiş, karşılıklı sevgi ve fedakârlık hisleriyle dolu, örfî ve içtimaî haklarıyla mahallî şartlara
tamamen riayetkâr Osmanlı-İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan kısımların tamamı hakikaten ve
hükmen hiçbir sebeple ayrılma kabul etmez bir bütündür.
2. Ahalisi ilk serbest kaldığı zamanda genel oylarıyla anavatana katılmış olan Elviye-i Selâse
(Kars, Ardahan, Batum) için gerektiğinde tekrar genel oya başvurulmasını kabul ederiz.
3. Trakya barışına bağlanan Batı Trakya’nın hukukî durumunun tespiti de orada yaşayanların
serbestçe beyan edecekleri oylara göre belirlenmelidir.
4. İslâm hilâfetinin makarrı, saltanatın pâyitahtı ve Osmanlı hükümetinin merkezi olan İstanbul
şehriyle Marmara denizinin güvenliği her türlü tehlikeden korunmuş olmalıdır. Bu esas saklı
kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz boğazlarının dünya ticaret ve taşımacılığına açık kalması
hakkında bizimle diğer bütün ilgili devletlerin müttefikan verecekleri karar geçerlidir.
5. İtilâf devletleriyle düşmanları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılmış olan antlaşma
hükümleri çerçevesinde azınlıkların haklarına, civar ülkelerdeki Müslüman ahalinin de aynı
haklardan faydalanması şartıyla riayet edilecektir.
6. Millî ve iktisadî gelişmemizin imkân dairesine girmesi ve daha modern bir idareye kavuşmamız
için her devlet gibi bizim de gelişme araçlarımızın temininde tam bağımsızlığa ve serbestliğe sahip
olmamız hayat ve bekamızın esas temelidir. Bu sebeple siyasî, adlî, malî ve diğer gelişmelerimizi
engelleyici kayıtlara karşıyız. Tahakkuk edecek borçlarımızın ödenme şartları da bu esaslara aykırı
olmayacaktır.
Galip devletlerin barış tekliflerine karşı Osmanlı Parlamentosu’nun cevabı olarak ilân
edilen Misâk-ı Millî İtilaf Devletleri tarafından tepkiyle karşılanmıştır. İtilâf devletleri 16 Mart’ta
İstanbul’u resmen işgal etmiş ve Meclis-i Mebusan’ı basarak ileri gelen mebusları ve aydınları
tutuklayıp Malta’ya sürmüştür. Ancak Misâk-ı Millî sahipsiz bırakılmamış ve 23 Nisan 1920’de
Ankara’da açılan TBMM’nin içinden çıkan Hükümet 18 Haziran 1920’de açıkladığı dış politika
ilkeleri doğrultusunda Misâk-ı Millî’ye bağlı kalınacağını tüm dünyaya ilan etmiştir.3
Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü yaptığı, yakın tarihin
panoramasını kapsayan uzun konuşmasında: “Mütarekenamenin imza olunduğu 30 Teşrin-i evvel
1334 (1918) tarihinde çizdiği hudut, hudud-ı millîdir” kavramının altını çizer, ardından da:
“Vatanımızın hududu olacak bu hududu ihtimaldir ki, teferruatıyla bilmeyen arkadaşlarımız
vardır. Bunu: Şark hududuna Elviye-i Selaseyi (Kars, Ardahan ve Batum) dâhil ederek
tasavvur buyurunuz.4 Garp hududu Edirne’den bildiğimiz gibi geçiyor. En büyük tebeddülat,
Güney hududunda olmuştur. Güney hududu İskenderun güneyinden başlar. Halep ile Katma
arasından Cerablus Köprüsü’ne müntehi olur bir hat ve Şark parçasında da Musul vilayeti,
Süleymaniye ve Kerkük havalisi ve bu iki mıntıkayı yekdiğerine kalbeden hat. Efendiler; bu
hudut, sırf askeri mülâhazat ile çizilmiş bir hudut değildir, hudud-ı millî’dir.
5
24 Nisan 1920 Cumartesi günü yapılan TBMM’nin gizli oturumunda ülkenin iç durumu
hakkında bilgi vermek amacıyla tekrar söz alan Mustafa Kemal Paşa, hükûmetin genel siyaseti ve
hudud-ı millîsi hakkında şunları söylemiştir:
“Efendim mufassal maruzatım meyanında mesaimize saha olan mıntıkanın hududunu işaret
etmiştim, o hudut hudud-ı millîmizdir. Bidayetten şimdiye kadar harice ve dâhile karşı
gösterdiğimiz cephede yalnız bu hudut dâhilinde çalışmak olduğumuzu ifade etmiş idim.
Hakikatte bütün gayemiz bu hudud-ı millî dâhilindeki milletimizin istirahat etmesini,
refahını ve bu hudud-ı millî ile belirlenen vatanımızın bütünlüğünü korumaktan ibarettir”.6
Millî Mücadele’nin amacını yansıtan bu cümleler Misâk-ı Millî’nin işaret ettiği sınırların
önemini ortaya koymuştur. Her ne kadar sınırlar kesin çizgilerle belirlenmemiş ise de 30 Ekim
1918 tarihi itibariyle Muhasım orduların işgali altında kalan aksam ifadesi, Misâk-ı Millî’nin
sınırlarını ve mahiyetini tespit etmektedir. Söz konusu bölgelerin Osmanlı-İslâm ekseriyeti ile
meskûn bulunan aksamın Heyet-i Mecmuası hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple tefrik kabul
etmez bir bütündür ifadesi de Misâk-ı Millî çerçevesinde oluşan yüksek kararlılığı ifade
etmektedir.
7 Misâk-ı Millî’nin ortaya koyduğu sınırlar, fizikî olduğu kadar, tarihî, coğrafî ve
demografik hususiyetleri de ihtiva etmektedir. Referans noktası ise 30 Ekim 1918 tarihinde ateşkes
imzalandığında Türk ordusunun kontrol altında tuttuğu yerlerdir. Yani dört sene süren Büyük
Savaş’ın sonunda Türk ordularının koruduğu, İtilâf güçlerinin giremediği yerler şekillenmekte
olan Türk Devleti’nin toprakları ve sınırları olacaktı.
Tasvir-i Efkâr gazetesi başyazarı Velid Ebuzziya 13 Ekim 1919 tarihinde Mustafa Kemal ile
telgraf üzerinden bir mülâkat yapmıştı. Bu mülâkatında çeşitli sorular sormuştur. Bunlardan birisi
de müstakbel hudutlarımız sizce ne olabilir? şeklinde idi. Bu soruyu Mustafa Kemal Paşa, “…bizce
30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi akdedildiği günde fiilen sahip kaldığımız huduttur”
diyerek kararlı bir şekilde cevaplamıştır.
8 Bu diyalogdan yıllar sonra Amerikalı General McArthur
ile 1933’te Ankara’da yaptığı bir mülakatta da aynı hususlara dikkat çekmiş ve Misâk-ı Millî’ye
yönelik düşüncelerini tekrarlamaktan geri durmamıştır. McArthur “Sizin Türkiye’nin geleceği
hakkındaki tasavvurlarınız nedir?” şeklinde bir soru yöneltince Mustafa Kemal Paşa: “Allah nasip
eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik de dâhil Batı Trakya’yı
Türkiye hudutları içine katacağım” şeklinde karşılık vermiştir.9 Bu diyalog Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal’in Misâk-ı Millî’ye olan bağlılığını koruduğunu
göstermektedir.
Misâk-ı Millî’nin birinci maddesinde güney sınırlarına yönelik olarak “mezkûr hatt-ı
mütareke dâhil ve haricinde dinen, irfanen, emelen müttehit” ve “Osmanlı İslam ekseriyetiyle
meskûn bulunan” ibareleri yer almaktadır. Bu maddede yer alan “hariç” kelimesinin üzerinde
durulması ve düşünülmesi gerekir. Aynı şekilde ikinci ve üçüncü maddelerde vurgu yapılan
doğudaki “üç sancak” ve Batı Trakya coğrafyası da tasavvur edilen vatan sınırlarını
kapsamaktadır. Burada temel alınan esas Osmanlı-İslâm çoğunluğudur ki; bu da Wilson
prensipleriyle uyumludur. Bunun için öncelikle 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı sınırlarının
durumuna bakmak elzemdir. Bu da Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihte Osmanlı
Devleti’nin sınırlarının Batum’u içine alacak şekilde Karadeniz’in doğusuna; Musul-Meyadin
hattını izleyerek İskenderun üzerinden Doğu Akdeniz’e ulaştığını daha doğrusu korunduğunu
göstermektedir. Mütareke günlerinde Güney Cephesi’nde: İsmet Paşa Nablus’ta; Ali Fuat Paşa
Kilis’te; Mustafa Kemal Paşa Halep yakınlarında Katma denilen yerde ve nihayet Ali İhsan Paşa
da Musul’un güneyindedir. Güney sınırlarımız için önem arz eden bu çizgi hep esas alınmış ve
bunun adına hudud-ı millî denilmiştir.10 Kerkük ise Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı adlı eserde
de belirtildiğine göre o an itibarıyla sınırlarının dışında kalmaktadır. Bir başka deyişle Kerkük, 31
Ekim’de ateşkesin uygulamaya konduğu sırada İngiliz kuvvetlerinin eline geçmiş yerler
arasındadır. Bu nedenle Misâk-ı Millî metninde yer alan “hariç” kelimesinden Kerkük’ün
anlaşılması gerektiği ileri sürülebilir. Nitekim 3 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndaki
özel toplantılarda ortaya konulan görüşlere bakıldığında, Misâk-ı Millî’nin güney sınırlarıyla ilgili
hükümlerini geniş boyutuyla anlamak kolaylaşmaktadır. Söz konusu oturumlara katılan
milletvekilleri bir “coğrafî vahdet” kavramından hareket ederek güney sınırlarını belirlemekte ve
bu sınırın Anadolu’nun Irak’a uzanmış bir kolunu teşkil eden havali dedikleri Birecik, Ayıntap,
Maraş, Halep ve Irak’ın kuzeyini içine aldığını söylemektedirler. Ayrıca Misâk-ı Millî hususunda
Temsil Heyeti Başkanı Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey arasında yapılan yazışmalarda da bu
durumu görmek mümkündür. Mustafa Kemal Paşanın, Misâk-ı Millî’de mütareke hattının
“haricinde” kalan memleketlerin ayrılmaz bir bütün olduğu şeklinde yer alan ibarenin
açıklanmasını istediği telgrafa Rauf Bey tarafından verilen cevapta şöyle denilmektedir: “Ahitte
esas milliyettir. Mütareke hududu, bu milliyetler hududunu suret-i umumiyede irae etmek
vesilesiyle zikrolunmuştur. Bu suretle Türk olan Süleymaniye ve Kerkük de iddiamıza dâhil
oluyor”.
11
30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul 6. Ordu Kumandanı Ali İhsan
Paşa’nın kontrolünde bulunuyordu. İngiliz birlikleri de Musul’un güneyinde Hamam Alil
mevkiinde idiler. İngilizler 4 Kasım 1918’de Musul’a doğru ilerlemeye başladılar. Irak’taki İngiliz
Ordu Kumandanı General Marshall, Mütarekeyi bilmezden gelerek Musul’u işgal etmek istemiştir.
Musul önlerine gelen kuvvetlerin kumandanı General Cassels, Ali İhsan Paşa tarafından şehrin
kenarında bir köşkte misafir edilmiştir. Ali İhsan Paşa, Mütarekenin imzalanmış olmasından
dolayı ileri harekâtın doğru olmayacağını, yeniden ateşin başlayacağını bunun da Mütarekeyi ihlâl
olacağını bildirmiştir. Ali İhsan Paşa, Sadrazam ve Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa ile
haberleşmiş; Ahmet İzzet Paşa da Mütarekenin bozulmasına meydan verilmemesi, gerekirse
Musul’un tahliye edilmesi talimatını vermiştir. Bunun üzerine İngiliz birlikleri 10 Kasım 1918’de
Musul şehrine girmiştir.12
Ali İhsan Paşa, Mütareke sırasında Irak’taki 6. Ordunun komutanı olmasının avantajı ile
daha ayrıntılı bir sınır tespiti yapmakta ve bunda en ileri Türk kuvvetlerinin bulunduğu yeri kriter
olarak almaktaydı ki; bu işgal edilmemiş topraklara karşılık idi. Ona göre, en ileri Türk kıtaları,
Halepçe – Süleymaniye – Cemcemal – Taktak – Köysancak – Altınköprü kuzeyinde Kadıhane –
Dibeke – Güveyr Köprüsü ve buradan itibaren Büyük Zap Nehri mansabından itibaren kuzeye
doğru Dicle doğu tarafı -Hamamali – Adaya – Telafir – Sincar- Habur vadisi -Meyadin – Deyr-i
Zor, Reka-Halep kuzeydoğusundan Ahterin hattında bulunmaktaydı. Buna göre Kerkük, İngiliz
kuvvetlerinin işgali altındaydı ve dolayısıyla işgal edilmemiş toprakların dışında kalmaktaydı.
Daha somut hale getirirsek söz konusu sınır, Lazkiye’nin kuzeyindeki Hanşeyhun’un güneyinden
geçerek Deyr-i Zor’a kadar uzanan ve oradan doğuya doğru giderek Musul vilâyetinin Kerkük ve
Süleymaniye sancaklarını da içine alan, yine oradan da kuzeye yönelerek İran sınırına kadar ulaşan
sınır idi. Bu sınır Fevzi Paşa’ya göre, Türkiye’nin tabii sınırı idi. Nitekim bu sınırları aynen
Mustafa Kemal Paşa da Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığına bağlı askeri birimlere gönderdiği
3 Kasım 1918 tarihli bir şifrede ifade etmişti. 16 Ekim 1921’de, Mersin milletvekili İsmail Safa
Bey’in İskenderun bölgesinde yoğun Türk nüfusu olup olmadığı yönündeki sorusuna karşılık
Mustafa Kemal Paşa: “O başka bir meseledir. Misâk-ı Millîmizde muayyen ve müspet bir hat
yoktur. Kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, hatt-ı hudud olacaktır”13 ifadeleriyle cevap
vermiş ve ulusal menfaatlere yönelik ihatalı bakış açısını ortaya koymuştur.
Mustafa Kemal Paşa, bu eksende 24 Ekim 1922’de Hakimiyet-i Millîye Gazetesine verdiği
demeçte TBMM’nin barış programının Misâk-ı Millî dâhilinde olduğunu söylemiş ve ardından
Musul ile ilgili gelen bir soruya “Musul vilayeti millî hudutlarımız içerisindedir” şeklinde cevap
vererek kesin görüşünü belirtmiştir. Mustafa Kemal Paşa 25 Aralık I922’de Le Journal gazetesi
muhabiri Paul Herriot’a Çankaya’da verdiği mülakatta Musul ile ilgili olarak: “Musul vilâyetinin
millî hudutlarımız içerisinde olduğunu defalarca ilân ettik. Lozan’da bulunan heyetler bunu iyi
bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakârlıklara katlandık.
Menfaatlerimize aykırı olmasına rağmen çok barışçı bir tavırla yaklaştık. Artık millî arazimizden
en küçük parçasını bile bizden koparmaya çalışmak pek haksız bir hareket olur. Buna kesinlikle
müsaade edemeyiz” diyerek Türk milletinin hassasiyetini en yüksek perdeden ortaya koymuştur.
Misâk-ı Millî’nin ikinci maddesinde bahsedilen Doğu sınırlarında nispeten daha kesin
ifadeler yer almaktadır. Bu madde içerisinde yer alan ve Brest-Litovsk Antlaşması’yla (3 Mart
1918) anavatana kavuşan üç livada (Kars, Ardahan ve Batum) 14 Temmuz 1918’de plebisit
yapılmış idi. Ancak Mondros Mütarekesi’nin 11. maddesinin haksız olarak ve zorla genişletilmesi
sonucunda bu üç liva boşaltılmış (31 Ocak 1919) ve buralarda Osmanlı idaresine son verilmiştir.15
Mondros Mütarekesi’nden sonra 24 Aralık 1918’de Batum, 6 Nisan 1919’dan itibaren de
Kars İngilizlerin kontrolüne girmiş; 20 Nisan’da da Gürcüler Ardahan’ı ele geçirmişlerdir. Bu üç
sancak Mütareke imzalandığında işgal edilmemiş bir konumdaydılar. 30 Ekim 1918 tarihinde,
Kafkas Cephesindeki 9. Ordu ile Azerbaycan ve Dağıstan’daki Kafkas İslâm Ordusu’nun varlığı
bölgede bir Türk hâkimiyetini göstermekteydi. Türk kuvvetleri Kuzeybatı İran, Azerbaycan ve
Dağıstan’a hâkimdi. Fakat Mondros Mütarekesinin 11 ve 15. maddelerine dayanan İngilizler, 11
Kasım 1918’den itibaren Türk birliklerini harpten önceki Osmanlı-Rus hududuna çekerek Kars,
Ardahan ve Batum’u boşaltmaya zorlamışlardır. Böylece 40 yıl sonra Brest-Litovsk Antlaşması
ile geri alınan üç sancak, ayrıca Kuzeybatı İran ve Kuzey Kafkasya yeniden boşaltılıyordu.
Bu arada bölgede, Mütarekenin yarattığı endişe sonucunda Türk ahali tarafından 17- 18
Ocak 1919 gecesi, merkezi Kars olmak üzere Cenub-i Garbi Kafkas Hükûmet-i Muvakkata-i
Millîyesi kuruldu. Wilson ilkelerini dikkate alarak kurulan bu hükümet, 18 maddelik bir anayasa
hazırlamış ve bu anayasanın birinci maddesinde Batum’dan Nahcivan’a kadar olan sınırı barışın
sonucuna kadar koruyacağını ilân etmiştir. Ayrıca, Türkiye’den kesinlikle ayrılmayacaklarını da
bir maddeyle açıklamışlardır. Buna göre Misâk-ı Millî’nin 2. maddesinde yer alan Elviye-i
Selase’nin sınırları Batum’dan Nahcivan’a kadar uzanmakta olup halk oylamasına razı olunacağı
ifade edilmişse de bu bölgenin anavatana katılacağından hiç kimsenin bir şüphesi yoktu. Bu
hedefler doğrultusunda Kurtuluş Savaşı sırasında söz konusu yerlerin özellikle Elviye-i Selase’nin
Türkiye’ye bağlanması için yoğun faaliyetlere devam edilmiştir.
Elviye-i Selase’nin yani Kars, Ardahan ve Batum’un, millî sınırlar içinde düşünüldüğünü
destekleyen çok sayıda belge ve kaynak bulunmaktadır. Örneğin TBMM Gizli Celse Zabıtlarında
bulunan kayıtlara göre, TBMM’nin 21 Mart 1921 tarihli gizli oturumunda Ermenistan, Gürcistan,
Azerbaycan ve Sovyetler Birliği ile ilgili ilişkilerimiz tartışılmıştır. Bu arada, başta Mustafa Kemal
Paşa olmak üzere birçok milletvekili, Batum’un da Misâk-ı Millî’nin dâhilinde yer aldığı ve
Türkiye sınırlarının içinde kalması gerektiği hususunda hararetli konuşmalar yapmıştır. Heyet-i
Vekile Reisi Fevzi Paşa, İngilizlerin Mütareke gereğince boşalttığımız yerlerden Kars’ı
Ermenilere, Ardahan’ın bir kısmını Gürcülere, bir kısmını da Ermenilere teslim ettiğini ve
İngiltere’nin takip ettiği siyasetin bizim etrafımızda bir düşman çemberi oluşturmak suretiyle
hayat-ı milliyemizi boğmaktan ibaret olduğunu açıklamıştır. Bunlara ilave olarak Gürcülerin
Ardahan ve Artvin’i vereceklerini ancak Batum’dan çekilmek istemediklerini, Batum için plebisit
önerdiklerini söylemiştir. Askerî gücümüzün de Misâk-ı Millî dâhilinde olan bu yerleri almaya
yeterli olduğunu ama kan dökmeksizin, barış yoluyla neticeye ulaşmayı tercih ettiklerini
bildirmiştir. Buna ilâveten: “Bizim eskiden beri kabul ettiğimiz Misâk-ı Millî hudutlarımız vardır.
Bu hudutları muhafaza edeceğiz. Oradaki ahalinin hemen hepsi kalben bizimle beraberdir…”
sözleriyle takip edilen politikanın esasını Misâk-ı Millî sınırlarımızın korunması prensibinin teşkil
ettiğini vurgulamıştır. Konu üzerinde konuşan Mustafa Kemal Paşa, Elviye-i Selâse’nin Misâk-ı
Millî kapsamında yer aldığını, dolayısıyla söz konusu sancakların ülkemize katılması için
öncelikle barış yollarının deneneceğini, ancak netice alınmazsa güç kullanılabileceğini şu sözlerle
açık bir dille ifade etmiştir:
Misâk-ı Millîmiz ve hudud-ı millîmiz dâhilinde olduğunu iddia ettiğimiz Elvîye-i Selâse’de
ahalinin genel oylarına başvurmak suretiyle Elviye-i Selase’yi almak istiyoruz veyahut
herhangi bir şekilde bir fikrimizi azami surette temin etmek istiyoruz. Binaenaleyh almak
istiyor isek alınacak zaman bu defadır; alınacak an bu dakikadır. Sulh ile alınır; sulh ile
alınamazsa bittabi cebren alınır. Savaşmak için ne yapmak lâzımsa yapacağız. Çünkü her
zaman arz edildiği üzere Büyük Millet Meclisimizin takip ettiği siyaset savaş siyaseti
değildir; menfaatlerimizi temin etmektir. Misâk-ı Millîmizde Elviye-i Selase bizimdir
diyoruz. Vereceğiniz karar bunu gerçekleştirmektir. Onu düşününüz, ona karar veriniz;
Heyeti Vekile tatbik edecektir.
Hariciye Vekili Ahmet Muhtar Bey, Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit Bey, Sinop
Milletvekili Hakkı Hami Bey, Lazistan Milletvekili Abidin Bey yaptıkları konuşmalarda Batum,
Kars, Ardahan, Artvin, Acara ve diğer yerleşim bölgelerinde nüfus çoğunluğunu Türk ve
Müslümanların oluşturduğunu, ayrıca buraların Misâk-ı Millî kapsamında bulunduğunu,
dolayısıyla Misâk-ı Millî gereğince söz konusu yerlerin tamamıyla alınmaları gerektiğini ateşli
sözlerle savunmuşlardır. Bu konuşmalardan sonra yeniden söz alan Mustafa Kemal Paşa, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin, Misâk-ı Millî’ye muhalif bir barışı kabul edemeyeceğini,
Londra’ya barış görüşmelerinde bulunmak üzere gönderilen temsilcilere de bu yönde direktifler
verildiğini, Gürcülerin Ardahan ve Artvin’i iade edeceklerini, Batum’da plebisitin yapılması ve
Misâk-ı Millî hükümlerinin korunması şartıyla barış taraftarı olduğunu ifade etmiştir.17
Kars havalisinde de aynı düşünce hâkimdi. Kâzım Karabekir Paşa 15 Aralık 1920 tarihli
şifre telgrafında Kars bölgesinde seçimlerin yapılıp yapılmayacağını sormuş, bunun üzerine
Heyet-i Vekile 17 Ocak 1921’de bir toplantı yapmış ve bu toplantıda Kars ve havalisinin anavatana
iltihak edildiğini dolayısıyla TBMM’de bu havali mümessillerinin de bulunması gerektiğini, bu
sebeple seçimlerin nüfusa göre yapılmasını kararlaştırmıştır. Bu kararla Kars’ın millî sınırlar
içinde sayılması gerektiği bir kez daha vurgulanmış oluyordu.18
Sınırlarla ilgili olarak Misâk-ı Millî’nin üçüncü maddesinde Batı Trakya’nın durumu ele
alınmıştı. Bu bölgenin durumunun halkının vereceği oylarla kesinlik kazanması öngörülmüşse de
asıl sonuç İtilaf Devletleri ile yapılacak barışa bağlıydı. Zira 29 Eylül 1913 tarihli Osmanlı-Bulgar
Barış Antlaşması ile Batı Trakya Bulgaristan’a bırakılmıştı fakat Büyük Harp’ten sonra burasının
Bulgarların elinden alınacağı anlaşılınca 10 Kasım 1918’de bir grup Batı Trakyalı bir Batı Trakya
Komitesi kurmuştu. Bu komitenin amacı, Batı Trakya olarak niteledikleri Bulgar idaresindeki
Meriç ile Mesta Karasu arasındaki topraklarla birlikte Mesta ve Ustruma nehirleri arasındaki
bölgeyi (Kavala, Drama ve Serez) de kurtarmaktı. Osmanlı Meclis-i Mebusan üyeleri,
muhtemeldir ki, Paris Barış Konferansı’na sunulan 23 Haziran 1919 tarihli resmi muhtıraya uygun
bir şekilde, yine Wilson ilkelerine güvenerek Misâk-ı Millî Beyannâmesi’ne Batı Trakya ile ilgili
bir madde konulmasını sağlamışlardı. Misâk-ı Millî Komisyonunda görev yapmış olan Yusuf
Kemal Bey’e göre bundaki amaç; Batı Trakya’nın kaderini Doğu Trakya ile birlikte düşünerek
onun da kurtuluşunu sağlamaktı. Yani, Misâk-ı Millî Beyannâmesi’nde Batı Trakya ile ilgili
hüküm, nihai olarak ve halk iradesine bağlı kalarak bu bölgenin Türkiye’ye katılmasını sağlamaktı.
Fakat bu yöntemle sonuca ulaşılamadı ve Lozan Barış Konferansı’nda Meriç Türkiye’nin batı
sınırı kabul edildi.19 Batı Trakya’da plebisit formülünün uygulanamamasının nedeni Türkiye’nin
1914 sınırlarının ötesine geçeceği endişesiydi. Bu nedenle İngilizler ve müzakere masasındaki
Yunan, Sırp, Hırvat, Sloven ve Romen temsilciler bu bölgede halkoyuna müracaat edilmesinin
kaosa yol açacağını ileri sürerek Türk talebini kabul etmemişlerdir.20
Bütün bu değerlendirmelerin ışığında diyebiliriz ki Misâk-ı Millî hudutları Mustafa Kemal
Paşa ve arkadaşları tarafından daima ön planda tutulmuştur. Bu ilgi Lozan’da da devam etmiştir.
Fakat uluslararası antlaşmaların müzakerelerinde talep edilenlerin gerçekleştirilebilmesi için çoğu
zaman geçerli argümanlara sahip olmak yeterli değildir. Siyasî, askerî ve ekonomik bakımdan da
güçlü olmak gerekmektedir. Bu yüzden o günkü şartlar içinde verilen büyük mücadelelere rağmen
Misâk-ı Millî sınırlarımıza dâhil olduğu halde Batı Trakya, Batum ve Musul yeni çizilen
sınırlarımızın dışında kalmıştır.2